N- Bak, Usta
Hepimiz biliyoruz ki konuştuğumuz her insan ”yalanı hiç sevmediğini, yalandan nefret ettiğini” söylemektedir. Ancak dikkat edilirse çoğunluğu yalanı bizzat kendisi söylüyor olmaktan geri durmamaktadır. Bu bir çelişki değil midir? Hayır. Çelişki falan yoktur.
Aslında bu tipteki insanların asıl hoşlanmadıkları şey, kendilerine yalan söylenmesi yada yalana muhatap kalmalarıdır! Dolayısıyla durumlarında ve söylediklerinde çelişki yoktur. Kendilerine yalan söylenmesinden hoşlanmıyorlar yani…! Fakat yalanı kendilerinin başkasına söylüyor olmalarında bir sakınca görmemektedirler.İşte asıl çelişki buradadır. Yani çelişki değer yargılarındadır. Toplumumuzun ahlaksal nitelemelerindedir. Empati yapamıyor oluşumuzdadır. Çuvaldızı değil, kocaman kocaman “şiş”leri ele batırıp, bırakın iğne batırmayı, kendi nefsimize bir çimdik dahi atamayışımızdadır.
Anlaşılacağı gibi onlar hakikaten yalandan hoşlanmamaktadırlar. Ama hoşlanmadıkları yalan, kendilerine başkası tarafından söylenen yalanlardır. Lakin bu durum bir sarmaldır. Kör ve kısır döngüdür. Açmaz değil felaket açarıdır. Kartopunun çığ oluşu gibi bir şeydir. İnsanı ve de toplumları altına alır; yok eder. Bu da bir tür örtüdür.
Nihayet bu kitabın konusu olan kavram karmaşamızın ikilemi ile oluşan örtünün altındaki çürüyüşümüzün en çarpıcı örneklerindendir.
Halbuki “yalandan hoşlanmamak” bu anlatılan gibi değildir. Yalandan hoşlanmamak; İnsanın yalanı bizzat kendisinin söylüyor olmasından yahut da söylemek zorunda bırakılıyor olmasından hoşlanmamaktır. Yoksa, zaten “yalancının mumu yatsıya kadar yanacağı” için başkasının söylediği yalana pek de aldırış etmemesidir. Asıl olan budur.
Madem yalandan hoşlanmıyoruz; hepimiz bu tanımdaki noktaya gelmeliyiz. Yoksa “yalandan hoşlanmıyorum.” demeye hakkımız olmaz. Aslında pekala da, yalandan bir güzel hoşlanıldığı ve belki de esasen kendimizi kandırdığımız açıkça ortaya çıkıyor! Bu durumun sebebi ne ola?
“Yalandan hoşlanmamaya verdiğimiz yanlış anlam.” diyorum ben!
Durum böyle olunca yalanı kendimiz söylemekten, işin doğrusunu bile bile konuyu işimize geldiği gibi çarpıtmaktan çekinmiyoruz. Bunları yapmakta bir sakınca da görmüyoruz. Yeter ki, söylediğimiz şey amacımıza hizmet ediyor olsun. Örnek mi istersiniz? Alın yakın çevremden bir örnek.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken özellikle öğretmen kökenli öğrenciler Ankara’daki öğretmen evlerinde kümelenirdi. Böylece birbirimizi tanırdık. Aramızda arkadaşlık ve dayanışma oluştururduk. Gerçi bizim gibi öğretmen kökenli öğrenci olmayıp da okulun devamlı öğrencilerinden olan daha genç çocuklarla da dayanışma ve arkadaşlık ediyorsak da öğretmen kökenli olanlarla kaynaşmamız, şartların gereği olarak daha bir fazlaydı.
Bu arkadaşlardan birisi de ……… Lisesinde öğretmenlik yapan, tek maaşlı usta idi. Ustayı ben severim. Gerçi Ankara’da oldukça rahat davranır fakat, kendi şehrine vardığı gibi, ağır azam adam pozlarına bürünürdü. Aslında bu hali çok dikkat çekiciydi. Ama olsundu. Ben kendisini yine de severdim. İyi çocuktu, güvenilirdi. Bir de zaten hepimizin olduğu gibi her güzelin bir kusuru da vardı. Mevlana’nın dediği gibi: “Ayıpsız dost arayan dostsuz kalırdı”. Her neyse gelelim sadede:
Usta ile zaman zaman öğretmen evinde aynı odayı paylaştığımız olurdu. Ders çalışmaktan yorulduğumuz zamanlarda dinlenmek maksatlı hal hatır sohbeti yapardık. Bu nedenle Usta’nın mali durumunu bilirdim. Bende bulunan ve arzulanan güzel şeylerin fazlasıyla çevremdeki insanlarda da olmasını hep sevmiş ve istemişimdir.
Zamanın hükümeti o yıllarda, doyurucu miktarda konut satın alma ve inşa etme kredisi veriyordu. Usta’nın bir arsası vardı. Babasının evinde oturuyor, kendi evi yoktu. Ben O’na kredi alıp arsasına ev yapmasının çok uygun olacağı hususunda ısrar ediyordum. Yalnız kredinin bazı şartları vardı.
Bunlar: Kredi kullanacak olan kişi yaptıracağı evi su basman seviyesine kadar tamamlamış olmalı, ayrıca yaklaşık su basman seviyesine kadar yapmaya yetecek civarda bir parayı üç ay süreyle ilgili bankaya depo etmeliydi. Doğaldı ki, plan ve proje giderleri de karşılanmış olmalıydı. Tüm bunlar yapıldıktan sonra konutun yapılan işbu masraflarda dahil tamamının yapımına yetecek kadar bir krediyi veriyordu zamanın hükümeti…
Usta benim ısrarlarıma dayanamayarak bir gün bana;
”Oğlum, bilmiyorsun bende para yok. Eğer sen şu yukarıda izah edilen paraları bana önden verirsen, ben krediyi kullanıp işimi tamamen bitirene dek de geri ödemek için müsaade edersen ben bu işi yapacağım. Sayende biz de bir ev sahibi olmuş olalım.” dedi. Zaten beklediğim tam da buydu.!
Hemen ”Tamam.” dedim. Her ikimizde gerekeni yaptık. Böylece Usta hayatında ilk kez ev sahibi olmuş oldu.
Hakkını yemeye gerek yok, ben bunu kendisinden illa beklemesem de kendisi her zaman durumdan sözlü olarak müteşekkir olmuştur. Bana bu müteşekkiriyet anlatımlarının birisinde şöyle bir olay anlatmıştır:
“Hayatta insanlardan gördüğüm iki yardım vardır; unutmam. Bunlardan birisi senin beni ev sahibi yapmış olmandır.
Birisi de; Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesinde Sosyal Bilgiler öğretmenliği yapan yine ortak arkadaşımız olan Bizim Hukuk Fakültesi’nin bizim gibi öğrencisi, Ökkeş Korkmaz’ın yaptığı yardımdır.
Ki, o da şöyle olmuştur: Elim dar olduğundan kendime yeni bir ayakkabı alamamıştım. Ankara’ya gelişlerimin birisiydi. Yine ayağımda o ayakkabı vardı. Malum olacağı üzere ayakkabımın hali perişandı. Tabanları tamamen eskimiş, ayaklarımın bir bölümü yere çıplak basıyordu. Bu durumu başka insanların da fark etmiş olabileceği gibi, Ökkeş de gördü! Bana: “Ne lan bu?” dedi. Ben de, “Oğlum para mı var?” dedim.
Tuttu,beni bir ayakkabı mağazasına götürdü. ”Seç beğen istediğin ayakkabıyı al.” dedi. Ben de aldım. Oradan çıktık. Bana bir de yemek yedirdi…Vallahi iki olayı asla unutmam” dedi.
Doğrusu arkadaşım Ökkeş’i daha çok takdir etmiştim. Çünkü, bu anlatılanları duyduğumda olayın üzerinden çok zaman geçmişti. Doğrusu Ökkeş bunu bana hiç anmamıştı. Halbuki onunla daha samimiydik. Belliydi ki; başkalarına da yansıtmamış olmalıydı.
Bu arada şunu da belirteyim ki, Usta başka şehirde, ben İzmir’de avukatlığa başlamıştım. Biz, İzmir’de kendi çevremiz itibariyle kıraç toprakta ziraat yapar gibiydik. Gerçi hasılatın az olması benim için çok da önemli değildi. Önemli olan kamuya yararlı olacak öğretmenlik ve haklının hakkını aramak gibi iki kutsal görevi yapabilme yetkisini hasbel kader taşıyor olmak, böylece ve bu yönde bir damlacık da olsa değer üretmek daha önemliydi…!
Ama Usta hep, Kendi bulunduğu şehirde “çok iyi para kazanıyor olduğunu” söylüyor, bizim İzmir’de boşuna avukatlık yaptığımızı belirtiyordu. Nitekim de sağ olsun iyi para kazandı. Sanıyorum üç beş tanesi villa, iki üç tanesi yazlık olmak üzere 10 15 civarında dairesi olmuştu. Allah kendisine daha çok versin. Ama hayırlısını versin. Bir de çok malın sorumluluğunu o mala mülk ederken inşallah iyi bilsin...!
Umarım bizim Usta avukat, bu kitapta anlattığım Behlül Dâna ile Harun-i Reşit’in sac üzerinde hesap verme konusuna döndürmez işi… Kardeşim usta şunu iyi bil; çoğu zaman çok mal da düşmandır insana.!
Ne güzel söylemiş atalarımız baksana; “Çok verip azdırmazın; az verip baktırmasın…!” diye
Tüm içtenliğimle hakkında dua ediyorum ki, Allah hepimizin ve onun, bu husus bir kusur ise bunun, nihayet tüm kusurlarımızı örter ve affeder inşallah! Her varışımda olduğu gibi varışlarımın birisinde beni yine Ora’nın en lüks lokantalarından birine yemek ısmarlamak üzere götürmek istedi. Ben kendi arabamla gitmemizi istediysem de bunu kabul etmedi. Kendi arabasını getirdi. Baktım: Aaaa…! Model ve lüks bir Mercedes! “Ulan oğlum bu ne? Son model mi? Bunu ne halt etmeye aldın?” dedim.
O ise: ”Yahu son modeller çok pahalı. “ dedi. “Peki bu kaç model?” dedim… “5 yaşında” olduğunu söyledi...
Kaça aldığını sorduğum da ise; “65 milyar liraya…” diye cevapladı.
Sanırım aramızda bu olay geçeli 5- 6 yıl oldu. Varın siz ülkemizdeki enflasyon durumuna göre o arabaya şimdi için verilmiş olan parayı kendiniz tahayyül ve takdir edin.Duyduğum bu 65 milyar lira telaffuzu üzerine;
”Ulan Oğlum bu kadar parayı bir tek arabaya vermeye utanmadın mı? Ben olsam, bir oda dolusu param da olsa böyle bir şeye bu kadar parayı vermem.” dedim. Sağ olsun kendisine nazım geçer. O güldü…!
Bu kez de yakın dönem de yapılan genel seçimlerde ayağına kadar gelen milletvekilliğini nasıl kaçırdığını anlatmaya başladı….
Güya iktidardaki parti adaylık için O’na; bulundukları seçim bölgesinin 10. sırasını önermiş. Ama 60 milyar lira kayıt parası istemiş. Bu para kendisinde varmış. Fakat 10. sıradan kazanabileceğine emin olamamış. 60 milyar lirası boşa gider diye çekinmiş. Fakat iktidar partisi O bölgeden tam 14 tane milletvekili çıkarınca, dizlerini vura vura çürütmüş.
“Arkadaşım Usta, o dizler sana lazım olacak sen de bana. O dizlerini çürütme sakın ola…!”dedim.
Fakat kendisini bu hususta pek de istekli görmedim. Aslında kendisi dindar ama muhafazakar insandır. Ve sahavetlidir. Hatırşinastır. Kendisini hakikaten severim. Sevdiğim için de “Dost acı söyler.” misali bunları yazmaya hakkım olduğunu düşünüyorum.
Fakat beni bunları yazmaya iten neden yukarıda anlattıklarım değildir. Son yanına varışımda bana dindar kesim gazetelerinde köşe yazarlığı yaptığını söyledi. Ve yayınlanmış yazılarından örnekler gösterdi.
“Oğlum sen edebiyattan anlar mıydın? Yahu sen matematik öğretmeni değil misin ?” dedi. O da bana, tarihte en büyük yazarların matematikçilerden çıktığını, bunu sen bilmiyor musun dedi.
Ben de bilmediğimi söyleyerek köşe yazılarına şöyle biraz göz attım.
Hukuk Fakültesinde öğrenci iken sarraf olan birisinden yüklü bir yardım aldığını, okulu bununla bitirdiğini nihayet avukatlığa başlayınca ödemek için gittiğini, ama sarrafın bu ödemeyi kabul etmediğini çünkü; zor şartlar altında okulunu bitirerek kendisinin bu karşılığı zaten ödemiş olduğunu söylediğini, yazıyordu…
Yazıyordu da, olayı kendisi ve “köşe yazısı” yazdığı gazetelerin görüş açısına hizmet eder tarzda anlatıyordu. Halbuki bunu ne benimle ne de kendisine ayakkabı alan Ökkeş’le paylaşmamıştı. Hatta daha evvel bana; hayatta sadece Ökkeş’ten ve benden gördüğü yardımı unutamadığını defalarca ifade etmişti. Haydaaaa.!
Bu köşe yazısındaki hikaye de neyin nesiydi? Bildiğim kadarıyla onun böyle bir hikayesi yoktu. Yine de hakkına gitmeyelim belki de vardı. Bu durumda o hikaye ağır toptu ve bana değil de sona saklamıştı. Üstelik temsilde hata da olmazdı. Ama yine de doğrusunu söylemek gerekirse biraz kırıldım. Hem maksadı nasıl etmek için usturuplu hikayeler anlatmaya da gerek yoktu. Bizcileyin sıradan insanların, sıradan hikayeleri, maksadı hasıl etmek bakımından aslında daha da güzeldi.
Kırıldım da, yine de kırılmamın nedeni kendi açımdan değildi. O’nun tercih ettiği anlatımı kendisi adına pek sevmemiştim. Ama seslenmedim, sadece memnun olduğumu (ki gerçekten yazıyor olmasından memnun olmuştum) ve “başarılar dilediğimi” belirttim.
İşte şimdi ben de onun gibi yaptım. Bu olayı sır tutacak yerde cümle alemle paylaştım. Fakat benimkisi dobra dobra gerçek…!
Dedim ya, yine de hakkına gitmeyelim. Çünkü zannın çoğu haramdır. Belki biz algılama ve yorumlarımızda yanılıyoruzdur. Bu anlattığı hikaye belki gerçek, belki de sadece bir teşbihtir, benzetmedir. Ama teşbih bile olsa benim fikrim: örneklemenin somut yapılmasının gerekliliğinden yanadır. Bu arada bize, sağ olsun baklava ikram etti; yedik. Yine yemeğe davet ettiyse de bu kez gitmedik. Oradan ayrıldık.
Sanıyorum aradan 1 yıl kadar geçmişti ki bana uzun vadeli 10.000 YTL civarında para ihtiyaç oldu. Çok insandan istedim lakin hiç birisinden en küçük bir şey çıkmadı. Son anda aklıma arkadaşım Usta geldi. Biraz ödeşmek gibi olacak diye düşündüysem de yine de O’ndan da istedim. Çünkü hem bu para şiddetle lazımdı bana, hem de iş dosttan, arkadaştan görülür, öyle ya! Sağ olsun. Allah Kendisi’nden razı olsun. Bana 1.000 YTL gönderdi. Öyle ya! hiç vermeye yada veremeyebilirdi çünkü. Ve çünkü biz kendisine yardım yaptığımız için, nice nice düşmanlar kazandık...
Hem ayrıca bu parayı da bu güne dek ödeyemedik! Bir gün, bu parayı bana bağışlamasını mı dilesek ne!? Pek tabiidir ki; bu anlatılanların takdiri sizlere aittir. Ama işbu kitabın genel perspektifi bakımından değerlendirme yapmanızın daha iyi sonuçlar çıkaracağınıza yardımcı olacağı kanısındayım.
Burada önemli ola şey, yalan, yanlış sözlerle, hatalar yapılmakta olması değildir. (Hatasız ve kabahatsiz insan olmaz.) Bu hikayenin irdelenmesiyle bulunacak yanlışların yanlış olmayıp doğru olduğun hatırdan çıkarılmamalıdır.
Burada önemli olan bir konu daha vardır. O da: ”Kötü emsal, emsal olmaz.” prensibi gereğince erdemsizliği örnek almamanın, tam tersine, görülen erdemli davranışların örnek alınması gerekliliğidir.
Bu gereklilik her toplumda bir kısım insanlarca, kendileri azınlıkta dahi olsalar da, çoğunluğu kendilerine örnek edinmeyerek, erdemi temsil etmek adına yerine getirilmek durumundadır.
Farz-ı mahal, erdem dibe vurmuş, temsilcileri gayet azınlıkta kalmış olsalar dahi, onların misyonunu;
İleride yükselecek olan erdemliliğin nüveliği, yani tohumluğu, taşıyıcılığıdır. Çünkü toplumların ahlaksal değer yargıları erdem ve erdemsizlik arasında inişli çıkışlı, dalgalı, yatay bir şerit halinde seyreder.
Bu işin kanunu budur. O yüzden insan hep ümitvar olmak durumundadır. Toplumlar için asıl tehlikeli olan erdemli insanların gayet azalmış olması değil tamamen yok olmasıdır. Ki işte o zaman o toplum yok olmaya mahkum olmuş olur. Yok olur ve tarihin çöplüğüne atılır. Bu işin yasası da budur.
Şu halde: Ey ülkemin erdemli insanları erdemli kalmakta sabırlı ve dirençli olunuz. Toplumumuz içinde bir tek fert bile kalmış olsanız öneminiz ve gücünüz aslında içinde bulunduğunuz toplumun tamamından daha büyük olduğunu unutmayınız. Şükürler olsun ki toplumumuzda erdemli kişilerin sayısı hiç de az değildir. Ümitvar ve sabırlı olmak için destek alacağımız bilgi şudur: Özellikle erdemlilik dibe vurduğu durumlarda yükselişe geçmesi an meselesi olur. Aydınlığın başlangıcının önünün de, en karanlık zaman dilimi olduğu gibi… Bunların hepsi birer kanundur; yasadır.
Bunların böyleydiğini bilmek ve ona göre davranmak gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder