A- Güven Bunalımını Çözen Vaiz:
Bir konu daha var ki beni oldukça fazla yaralamaktadır.
Bu da insanımızın birbirine karşı olan güvensizliğidir. Hatta bundan da öte, kime güvenip kime güvenemeyeceğini bilememesidir. Daha da vahim olarak, sanki bir şey bilirmişçesine güvenilecek vasıftaki insanlara, “Tanımıyorum ki...” bahanesiyle veya korkaklığıyla güvenmeyip, katakülleci, gerçek bir dolandırıcıyla karşılaştığı anda ona derhal kanıvermesidir! Yahu adamın fikrine bak:
”Böyle bir ortamda böylesine dürüst insan mı olurmuş? Bu kişinin bu işte mutlaka benim bilemediğim bir çıkarı vardır..” diyor…!
Allah, Allah.! Hayret ki hayret! Durum böyle olunca dürüst ve temiz insanlarda art niyet arıyor; yamuk insanı görünce derhal çözülüyor. Fikre bak fikre.!
Denizli Merkez’de meşhur bir Ulu Camii vardır: Denizlinin merkez camiidir. Diyanetin kalburüstü vaizleri, Denizli camilerine ortak vaazları hep oradan yaparlar…
Cami duyduğuma göre eskiden daha büyükmüş. Anlaşılacağı üzere, eskisini yıkmışlar, yerine yenisini yapmışlar. Yapanlardan Allah razı olsun ancak; havalandırması pek de güzel olmamış. Önceleri sigarayı bol içip, ciğerlerimi bir güzel hassaslaştırdığım için bu gibi durumları hemencecik fark ediyorum! Bu nedenle o camiye her gidişimde nefesime daraldım.
Burada, binaların ve özellikle de insanların toplu bulunacakları mekanların, hava sirkülasyonu iyi olacak (iyi havalanacak) biçimde inşa edilmesi hususunu ilgililerinin dikkatlerine sunayım istedim.
Buradan konuma döneyim: Bir ara yolum altı ay kadar Denizli’ye düştü. Orada yaşadım. Cumaların birisinde, Merkez Ulu Cami’ye gitmiştim.... Minberde bir vaiz. Konusu da toplumdaki güven bunalımı:
Tam da benim konu?
Vaiz konuya çok güzel hazırlanmış. Üslup güzel, konuyu işleyiş güzel, dayanaklar sağlam. Tamamen ayete dayanan bir ders. Ayetlerin yorumları ve konuyla bağlantıları güzel. Sorunu ve sorunun oluşturacağı neticeleri ortaya koymak bakımından izahlar mükemmel… Hatta çözüm önerileri de var… Büyük bir zevkle dinliyorum. Tüm anlatılanlara da katılıyorum.
Ama sözü öyle bir yere getirdi dayadı ki; sormayın!
Hani derler ya: “Bir çuval inciri berbat etti.” diye. Bunun ki de öyle bir şey oldu çıktı.. Ne dese beğenirsiniz?
“Bu durumda artık, kimseye ben de güvenmiyorum!” demez mi? Donup kalmıştım. Artık vaazın devamına pek kulak vermedim. Çünkü O da başlamıştı, dikkatli olmamız gerektiği ve artık kimseye güvenilemeyeceği teranesini okumaya! Artık sadece, bu adamın arkasında benim namazımın olamayacağını düşündüm. Eğer dedim kendi kendime: “Namazı bu adam kıldırırsa, terk edeyim camiyi…” Ama bereket versin O kıldırmadı, ben de Allah kabul etsin, orada kıldım o cumayı.
Yahu be hocam, iyi güzel de hepsi bir yana…;
Şu imam cemaat meselesini unutmasak Allah aşkına!
Toplumun % 99 u güvenilmez olsa bile, senin karşına çıkan bir insandır. Toplumun tamamı değildir. İş böylece somuta geldiğinde karşına çıkan ve tanımadığın o insana güvensizlik yöneltmek yanlıştır. Haksızlıktır. O kişinin hakkına gitmektir. Kul hakkıdır; vebaldir. Bizim görevimiz insanlara güvensizlik değil, güven aşılamaktır. Bu görev unutulmamalıdır!
“Ben sarraf değilim.” diyorsun ama öyle demek seni kurtarmaz ki…! O zaman sarraf olmadığını iyi bileceksin… Ya sarraf olacaksın, yada haddini bileceksin. Önüne her çıkana karşı şüpheci ve güvensiz olmayacaksın. Belki o insan, toplumun en temiz insanıdır. Sen o insana güvenmemeyi bir kenara bırakıp kendi güvensizliğinle bilgisizliğini kıracaksın! Bir de yaptığın herhangi bir hatanın sonuçlarını ta baştan kabullenmenin yolunu bulacaksın! Dikkatli olacaksın ama ona buna güvensizlik yöneltmeyeceksin. Kimsenin hakkına gitmeyeceksin! Adam seçemiyorsan ona göre davranacaksın. Biraz olsun adam seçmeyi de bileceksin. Ama elbet kabak gibi de avlanmayacaksın!
Hem sana bir sır vereyim de dinle: Asıl kabak gibi avlananlar işte o, ona buna güvensizlik yöneltenlerdir. Çünkü onların her şeyden önce kendilerine güveni yoktur. Güveni sağlayacak bilgileri de… Biraz olsun aklını başına alacaksın, kendine bilgi, bilinç ve güven toplayacaksın!
Güvensizlik ağır bir hastalıktır. Bu hastalıkla yaşamak adeta çekilmez bir haldir. İlla bir yerlere güvenmek gereklidir. Bunun için önce Allah’a, sonra da kişinin kendisine güvenmesi yeterlidir. Bu yönde bilgilenmeli ve bilinçlenilmelidir. Bundan sonra hala kanar yada kandırılırsan, durumla barışmayı da bilmek gereklidir...!
İşin bu noktasında, “Abi sen altın olabilirsin; lakin ben sarraf değilim.” Diyenlere sarraf olmak konusunda metodolojik bir bilgi vereyim de bari biraz sarraf olsunlar. İşe ise bir hikaye yada fıkracıkla gireyim:
Öğretmen olarak ilk görev yerim olan Tutak Meter Köyü’nün o zaman ki bekçisi rahmetli Ahmo anlatmıştı. Lütfen iyi dinleyin…
Fareye, “Şu delikten çık, şu deliğe gir sana 100 altın var:” demişler.
Fare önce yapmayı düşünmüş çünkü para iyi para…. Sonra işi düşünmüş; iş kolay… Bir daha iyi düşünmüş, bu işe bu para çok fazla… O zaman anlamış ki bu işte bir bit yeniği var…! kabul etmemiş işi de altın parayı da…! Zaten kabul etseymiş, yiyeceği süpürge darbesi çıkacağı deliğin önünde öldürmek üzere beklemekteymiş fareyi…!
Kardeşim hiç olmazsa fare kadar aklın olsun…! Sen bir insansın; fare değil… Bil ki, her kişiye karşı hile yahut dolandırıp kandırma işi, işte hep bu tür vb. oransız tekliflerle yapılır… İşi anla da “şak” diye atlama üstüne…
Elbette insanların birbirlerinden en büyük beklentisi; sevgi, saygı ve buna bağlı olarak gösterilecek tatlı dil ile güler yüzdür. Bu ise insanların birbirine vereceği en büyük değer ve sadakadır. Bu sadaka ile kazanılan ödül ise ödüllerin en yücelerinden birisidir.Ancak şunu da iyi bil ki; kötülük insana hep güler yüz ve tatlı dili kullanarak gelir. Yani kötülük ve kötüler, tatlı dil ve güler yüz gibi güzel hasletlerin içine ambalajlar, saklarlar ve öylece sunarlar kendilerini. Çoğu insan da buna kanar. Buna kanmamak gerekir. Ayrıca yanılıp da çatır çatır kavga ederek, hakkını sonuna dek arayan yiğit ve mert insanlardan korkmamalıdır..! Ama ne yazık ki sen tam tersini yapıyorsun. Dürüst insanları görünce onlara şüphe ve zanla dikleniyorsun! Oransız teklifler ve tatlılıkla sana yaklaşan insanların kucağına “şak” diye oturuyorsun. Olmadı.! Sana yukarıda anlattığım fareyi tekrar hatırlatıyorum; onu unutma!
Ha keza konu bir de şu cepheden irdelenebilir:
Evvel adamlar, yani atalarımız; “Yüzümün yumuşaklığından donumun ağı kurumadı!” demişler. İyi niyet kullanmanın ve iyi niyetli olmanın mahsurlarına işaret etmişler…
Ayrıca iyi niyet kullanmaya devam etmenin olumsuz sonuçlarına işaret etmek bakımından, “ …….. (yapılmadık) bir tek kulağımın arkası kaldı.” demişler…!
Bir de tutmuşlar; “En güvendiğim adam babamdı, onu da anamın üstünde gördüm.” diye saçmalamışlar…! Böylece iyi niyet kullanmanın ve başkalarına güvenmenin mahsurlarını ortaya koşmuşlar… Koymuşlar koymasına ama orta yerdeki güvensizlik ortamını hem pompalamışlar, hem de iyi niyet gibi bir erdemi neredeyse dışlamışlar.
Bu sözlerin elbet doğruluk payları vardır, fakat mutlak biçimde doğru değildirler. Bu nedenle ben bu görüşlere pek katılmam. Sadece sözlerin doğru yanlarından doğru dersleri çıkaralım ama bunları asıl uygulama haline getirmeyelim, derim. Aksi halde hayat hepimiz için yaşanmaz olur çünkü...!
İyi niyet asıldır. Asla terk edilmemelidir… En azı toplumda onu temsil eden insanlar mutlaka bulunmalıdır, ki vardır… Eğer bulunmazsa, konuya dair olan sosyal ve tabii, yani ilahi yasalar (işin kaderi) gereğince zaten o toplum yıkılıp yok olmaya mahkum olur.
Her ne pahasına olursa olsun iyi niyetten, insanlara iyilik etmekten caymamak gerekir. Fakat iyiliği hak edene ve hak ettiği kadar da yapmak gerekir. Bir de hangi iyiliği hak ediyorsa o iyiliği yapmak gerekir. Durum bu olunca çoğu zaman suçlunun hakkettiği cezayı vermek ona yapılan bir iyilik olmuş olur. Bir hadsize haddini bildirmek de ona yapılmış bir iyilik olur. Ne var ki bu durumlarda çoğu zaman af da iyilik olur.
İşin bir de şu yönü var ki, Örneğin; eve hırsız girmemesi hususunda caydırıcı olsun diye evin camına demir taktırmak ve konunun icap ettirdiği güvenlik önlemlerini almak aynı zaman da hırsıza da bir iyilik olmuş olur. Hoca Nasrettin’in evine giren hırsızlar hususunda hocayı suçlayan ahali hepten de haksız değildir. Bunları göz önüne almalı…
Bu nedenle işin dozunu, zamanını ve gereğini iyi ayarlamak da gerekir. Yoksa toptancılık yoluyla yaşın arasında kuruyu da yakmak yanlış olur. Bunu böyle uygulamak ise adalet olur. Adalet de mülkün temeli olur…! Bunun aksini yapmak yukarıdaki atasözleriyle yakınılan sonuçları oluşturur. Fakat yine de o sözleri mutlak doğruymuş gibi birbirimize, hele hele tanımadığımız insanlara karşı dayatmak ve uygulamaya kalkmak yanlış olur; hayatı da hepimize çekilmez kılar.
Nihayet burada bilinmesi ve inanılması gereken son husus şudur ki;
Bütün bunları en ince ayrıntısına kadar bir bilen var… Hepsinin çetelesini tutup kayıt altına bir alan var. Yani nihai bir yargıç, bir Allah var!
Bu nedenle her ne olursa olusun asıl kaybedenin sen değil, seni kandıran kişi olduğunu da bileceksin. “Her ne yapan kendine yapar.” diyeceksin. Kendini Allah’a bağlayıp o kandırılmayı da bir kazanç sayacaksın. Nitekim senin için bu durum gerçekten de bir kazançtır! Nihai kaybeden elbet öbürüdür!
Zaten önemli olan nihai ve gerçek kazançtır. Üstelik biz, Bakara Suresi 216. ayette de belirtildiği üzere çoğu zaman, mülkiyetimizdeki şeylerle başımıza gelen olgulardan hangisinin bizim için hayırlı, hangisinin hayırsız olduğunu pek ayırt edemiyoruz. Hayırlı sandığımız nice şey şer, şer sandığımız nice şey hayırlı çıkmaktadır. Buna sık sık tanık oluyoruz.. Bunun dahi bilinciyle, bari biraz olsun müsterih olmayı bilmeliyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder