18 Aralık 2010 Cumartesi

B- Caner’i Hatırlamak


B- Caner’i Hatırlamak ve O’nunla Yeniden Tanışmak:  

            Hey gözünü sevdiğim Caner!
            Bu başladığım yazıyı kitaplaştırmaya yöneldikten hemen sonra, senin adını buraya not aldım ki; cesaret ve erdem timsali olarak seni de anayım, hem de senden ülkem adına yararlanayım…
          Sanırım bu konunun girişinde senden ve hatırladığım anılarından bahsetmek uygun alacak:
          Kitabın girişindeki Teşekkür bölümünden de anlaşılmış olduğu üzere; Caner Arabacı, İvriz İlköğretmen Okulu’ndan arkadaşım olur. Halen, Selçuk Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde Öğretim Üyesidir. Kendisi evvelden beri okumayı çok sever. Tam bir kitap kurdudur. Daha demin yani biraz önce kendisini telefonla aradım. ”Ne yapıyorsun?” diye sorduğumda bana:
”1918’lerde geziniyorum.” dedi.
 Elinde “Ateş ve Kan” diye bir kitap varmış.
             Oku, koçum oku… Bilmenin sınırı mı var….(?) Hem: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
             Siz Caner’in Doçent falan olduğuna bakmayın. Aslında Ord. Prof. Dr. olmak, hatta Baş Kumandan olmak bile hakkıdır O’nun. Lakin; öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, taşlar bir türlü yerini bulamıyor işte…! Yabancı dili biraz zayıfmış garibimin… Müstemlekeyiz ya…. (?)

Not: Biz İvriz’de yabancı dil okumadık.

Caner, bizim İvriz’den uzaklaştırıldıktan sonra kendisiyle yüz yüze görüşme imkanımız hiç olmadı. Hatta izlerimizi kaybettik. Ama O’nu her zaman çok merak etmişimdir.
Öyle ya, yaka paça okuldan yatılılık ve okuma hakkı elinden alınarak atılmıştı. Acaba  O’na ne olmuştu? Hepimiz birer çocuktuk ve elimiz ermez gücümüz yetmezdi bunları dahi öğrenmeye… Hele hele şu hayat çilesi yok mu? Bizim dönemde nice dostları hasret koydu birbirine…
Çünkü içinden geçtiğimiz toplumsal dönüşümün (?) daha doğrusu yaşanan toplumsal herc-ü mercin (karman çormanlığın) çilesini ve yükünü bizim nesil çekti.
Neyse ki, Konya’ya  son yıllardaki gidişlerimin biriydi. “Okuldan (İvriz’den) bir dosta rastlar mıyım acaba?” düşüncesiyle Konya Öğretmen evi’nin Gazi İlköğretim Okulu yanındaki çay bahçesine gittim. Gittim, sağı solu şöyle bir kolaçan ettiysem de tanıdık bir sima göremedim. Geçtim bir kenara biraz oturdum.
Aaa… Bir de ne göreyim? Karşıdan yamuk burunlu bir adam geliyor. Derhal tanıdım. Gelen bizim Hanefi’ydi… Hanefi Yorulmaz kardeşim yani! O’nu da çeyrek asır olmuş görmeyeli… Ama O’nu, o yamuk burnundan derhal tanıdım. Biz okulda arkadaşlar arasında kendisini kızdırmak için “bazen “Yamuk” diye seslenirdik de kızardı. Fakat bizim öyle dediğimize siz bakmayın; O, ta o zamanlardan çok sağlam çocuktu. İyi bilirim. En küçük bir yamuğu ve yanlışı kesinlikle sevmez; yapmaz da… İnsan ve dost canlısıdır. Okul’da kendisiyle bir hayli arkadaşlığımız olmuştur; bilirim…
Dediğim gibi biz O’na o yamuk burnundan dolayı “Yamuk” lakabını takmıştık da, söyler kızdırırdık. İşte karşıdan gelen oydu. Birden bire içim aydınlandı! Başladım O’nu takip etmeye…! Benim oturduğum yere doğru yaklaşınca hemen fırlayıp kestim yolunu…
“Gel bakalım  ulan Yamuk(!),  otur şuraya…!” dedim.
Önce şaşırdı… Sonra, “Bildim; ulan Delimam sensin işte.” dedi ve bana sarıldı. Dakikalarca kucaklaştık, sarmaştık. Eh oturduk, hoş, beş…!
 İvriz’de arkadaşlık ettik dedim ya; O keratayı da çok severim. İnsan canlısı duygulu bir çocuktur..! Anlattığım hoş beş arasında O söyledi Caner’i ve yerini! Ne kadar mutlu oldum bilemezsiniz! Ayrıca bizim Hanefi’yi de artık bir daha kaybetmeme yoluna gittim. Hala da sık sık görüşürüz.
Bayram ve kandillerde en güzel mesajları hep ondan alırım. Sorduğumda, “Senin gibi şair ruhlu adama öyle mesajlar yaraşır…! Ben onları özellikle senin için seçiyorum.” der. Ve bu tebrikleşme işinde daima benden atik davranır, beni hep mahcup eder kerata...! Yalnız bir gün mutlaka ben onu kendisinden daha önce tebrik edeceğim inşallah…!
Ha artık yamuk burunu da çok seviyor ve üstelik kendisine öyle dememize de sadece gülüyor…

                   *****************

Neyse, Yine bizim Caner’e döneyim:
Bizim Hanefi’den Caner’in konumunu öğrenince duyduğum sevinç ve onur, o kadar çoktu ki inanın oralara kendim erişmiş olsam bile duyamayacak olduğum türdendi…
Üstelik Caner’in izini bulmuştum. Sevincimin tarifi imkansızdı! Bu kitapta sıkça dillendirdiğim gibi, benim zaten, saftirik bir tarafım hep vardır!
 “Hay Allah!” Nasıl olup da akıl edememiştim telefon istihbarat servislerini! Hemen GSM operatörlerinden Caner’in numarasını aramaya giriştim! Evvela Türkcell’i aradım. Oradan hemencecik iki numara elde ettim.  Meğer iş bu kadar kolaymış.
Birini aradım. Caner Karşımdaydı. Adımı söyler söylemez hemen hatırladı. Hiç hatırlamaz olur mu? Sesinde belli, adeta sevincinden göklere fırladı! Bir araya gelip hasret gidermeye sözleştik. Fakat bunu hala beceremedik. Fakat, uzaktan da olsa, fırsat buldukça  ara ara telefonla hasret gidermeye çalışıyoruz şimdilik.
             Kendisinin kişiliğini gayet iyi bilirim. Aradan yıllar da geçse, oturmuş bir kişilik asla değişemez. Kendisiyle ayrılışımızda henüz, 15 -16 yaşlarımızın arasındaydık. Aradan neredeyse 37-38 yıl geçti. Dediğim gibi oturmuş kişilikler değişmez. Kişiliği değişenler zayıf karakterli insanlardır.
Caner’in cüssesi, ufak tefektir ama gerçekten de her bakımdan çetin cevizdir evvel Allah..! Az bile olsa, kendisiyle  arkadaşlık etmiş olmak benim için onurların en büyüğüdür. Burada izlere Caner’in iki olayını anlatayım da bana ister hak verin, isterseniz vermeyin?
            Bu olayın ikisi de; bizler İvriz İlköğretmen Okulu’nun 4. sınıfındayken (lise 1.sınıf dengi) yaşandı.

                        **********************

Olayın birincisi, kitabın başında bulunan Caner’e dönük Teşekkürlerim bölümünde andığım sınıfımızda çeteleşip dayılaşan 8-10 kişilik öğrenci gurubuna karşı verdiği savaştı..
Bu konunun detayına artık girmeyeyim; lakin Okul’dan koparılışını birazcık hikaye edeyim.
            Caner’le ilgili anlatacağım bu ikinci olaya hatırlarsanız, daha önce birazcık değinmiştim!
Bu olay, O’nun okuldan uzaklaştırılışı ve camia içinde kendisine “aydın” sıfatıyla yer bulan bir öğretmenimizle ilgili olanıdır:
          Yine aynı ders yılıydı. Sanırım 1969 yılının son aylarıydı. Belki de 1970’in başları. Tam olarak hatırlayamıyorum. Ancak 1969-1970 öğretim yılının içiydi. ”68 Kuşağı’nın” keskin yıllarıydı. O sıralar  bir öğretmenimiz vardı ki sormayın gitsin(!?)
         O öğretmenimiz, Marksist Felsefe’ye yani Diyalektik Materyalizm’e inanmış bu yönüyle idealist bir öğretmendi. Türkiye’de “bir, sol İhtilal’in” gerçekleşeceğine mutlak gözüyle bakıyordu. Bu nedenle de derslerinde, benzer konular üzerinde de sıkça dururdu…!
Ayrıca inanmış olduğu felsefe gereğince olsa gere ki; O’na göre ”her din zaten, afyon idi. Halklar onunla uyuşturuluyordu.”….(!?)
          Her sınavında da sadece iki sorusu vardı ve hep onları sorardı. Hatırımda kaldığı kadarıyla bu sorularından birisi:
           -Celali isyanlarının neden ve sonuçları ile almamız gereken dersler…
           ikinci sorusu da;
           -Padişahlarımızdan; ikinci Mahmut’un yapmış olduğu yenileşme hareketinin günümüze etkileri ile, bu konunun bizlere ileriye dönük olarak gösterdiği yolun neler olduğu biçimindeki sorularıydı.
            Aslında derslerinde kendisi de bu konular üzerinde sıklıkla dururdu. Bu nedenle soruların doğru cevaplarını hepimiz net olarak bilirdik. Öğretmenimizin kafasına uyan öğrenciler kendisinden iyi notlar aldıkları halde bizler, bu iki soruya sayfalarca cevap döşenir ama, 10 üzerinden; ya 1, ya da 2 alırdık.
            Yalnız benim bir ayrıcalığım vardı ve kah 4, kah 5 alırdım. Böylece de 4,5 tan 5 ile  işi kurtarırdım. Daha doğrusu kurtartırdı. Aşağıda açıklayacağım üzere bunun bir nedeni vardı çünkü?
Kendisinin o zamanlar Allah’ı tanıyıp tanımadığı hususunu doğrusu pek bilemiyorum lakin, inanmış olduğu felsefe ”tanrı tanımaz” bir fealsefe olduğu için diyorum ki: “Eğer öğretmenim ateist idi ise, umarım ve dilerim ki, geçen zaman içinde  Allah’ı tanımış ve bilmiştir.”
Buna gerçekten O’nun adına çok sevinirim. Kendisinden Allah razı olsun. Çünkü şahsen kendim, bir öğretmenim olarak kendisinden gerçekten çok faydalandım, yani O’ndan çok şey öğrendim.
Öldü mü, yoksa sağ mı bilmiyorum. Sağ ise Allah kendisine hayırlara vesile olacak uzun ve sağlıklı ömürler versin, Hakk’ın rahmetine kavuştuysa Allah taksiratını affetsin.
Kendisinden, idare eder, yani dersinden sınıfı geçmeme yetecek kadar notu alabilmemin sebebi de şuydu:
           Bizim 2.  ve 3. sınıfta derslerimize giren ve hepimizi müthiş solcu yapan sevimli, sempatik, kara yağız bir Yörük delikanlısı;
Ve gerçekten delikanlı bir Türkçe öğretmenimiz vardı. O beni çok severdi. Ben de O’nu. Hala da severim. Bir yerlerde doktor olduğunu duyuyorum; umarım bir gün karşılaşma imkanımız olur da gider ellerinde hürmetle ve doyasıya öperim..! O ayrıca hemşerimizdi. Orta Toros’luydu yani! Kendisi bizler 4. sınıfa hemen başladığımız günlerde askere gitti. Bu O’nu son görüşüm oldu. İşte bu son görüşümde üzerinde askeri bir kıyafet, yani subay kıyafeti vardı. Ve pek de yakışmıştı! Hatırlayamıyorum belki de Okul’a izinli gelmişti…
Hasılı o zaman beni koltuğuna aldı. Doğruca, anlattığım o öğretmenimizin yanına götürdü. Kendileri hem iyi arkadaş hem de fikirdaştılar. Beni bahse konu öğretmenimize gösterdi ve O’na: “Bu çocuğu sana emanet ediyorum. Ne yapar ve nasıl olursa olsun Bu’nu kollayacaksın” dedi.
O öğretmenimiz de kendisine “tamam” diye söz verdi.    
             İşte bu yüzdendir ki bana, bazen dört, bazen beş vererek beni kendince kolladı. Sonuç olarak kendi dersinden sınıfı geçirtti. Kafasına uymayanların çoğunluğunu ise bütünlemeye bıraktı!
           Aslında hocamızın kafasına uyacak biçimde cevaplar yazsak, kendimizin de yüksek notlar alabileceğimizi düşünüyorsak da, yine de böyle yapmıyor, soruların aklımızdaki doğru cevaplarını yazıyorduk. Böylece de düşük notları bile - bile almaya devam ediyorduk…(!) Doğrusu pek b.ilmiyorum; belki de bu düşüncemiz bir vehimden ibaretti. İşte her ne idiyse?

                 **********************
    
            Sözü yine daldan dala çok gezdirdik ama, biz yine Caner’in ikinci olayına döndürelim:  Yine aynı öğretmenizin derslerinden biriydi. Öğretmenimiz sözü bir ara Kuran Kurslarına getirdi ve; “Oralarda hep gerici, yobaz, tutucu ve örümcek kafalı (!) Atatürk düşmanı  yetiştirildiğini” söyledi.
Caner İşte tam bu sırada parmağını hızla havaya kaldırdı; söz istedi!
O da verdi. Caner, bir çırpıda;“Oralarda Atatürk düşmanı yok. O düşman sensin…!” dedi.
          Öğretmen hışım gibi yerinden doğruldu ve sadece: “Ne diyorsun ulan sen?” diyerek; Caner’in üzerine doğru yürüdü.
          Caner bu arada hemen elinin altındaki defterin sayfalarını açarak sadece; “Falanca gün, falanca ders saatinde, ”Atatürk burjuva devrimi yapmıştır!” diyen sen değil miydin?” diyebildi. Defterine almış olduğu başkaca notları ise henüz okumaya fırsat bulamadan bizim Öğretmen, Caner’in yakasından kavradı. Zaten ufak tefek olan Caner’i sıranın içinden, hızla çekip aldı. Sille tokat döve döve idareye yani disipline götürdü...! Netice olarak Caner’e hak ettiği (!) cezayı tez elden kestiler.!
             İşte Caner’i son görüşüm budur. Sonradan duyduk ki aynı gün Caner’in hem İlköğretmen Okulları’nda okumak, hem de yatılı olarak okumak hakkını elinden almışlar, valizini eline verip okuldan uzaklaştırmışlardı. O günlerin Türkiye’si şimdiki gibi bir Türkiye değildi.
Ayrıca telefon yok, telgraf yok, olsa bile bizde para yok. Mektup devriydi… Ancak ona bile paramız yoktu. Sonra da, “hayat gailesi...” diyelim ama, yinede vefasızlığımızı itiraf edelim…!?

          *********************

Konunun devamını isterseniz Caner’den dinleyelim. O gün sabaha kadar uyutmadan kendisini sorgulamışlar. Hatta hakarete sözlere muhatap kaldığını söylüyor. Tutanakları en ağır olacak şekilde tutmuşlar. “Atatürk Devrimleri’ne aykırı hal ve hareketlerini belirlediklerini” öne sürerek, yukarıda yazdığım şekil üzere olan “cezasını kesip.(!)” aç-biilaç yollamışlar. Gerçi Kimin “Atatürk Düşmanı” olduğu da pek belli olmadı ama, yine de her ne ise işte…!
Bakanlık verilen cezayı ağır bulmuş, okuyabilme hakkını iade etmiş. Ancak kendisine herhangi bir okul göstermeyip, “Nerede okursan oku.!” dercesine bir ortam yaratmışlar.
Nasip olmuş, kendisini Akşehir Öğretmen Okulu kabul etmiş. Ancak orada da bir başka tarih öğretmeni, benzer şekilde ve benzer bir suçlamayla O’nun okuldan uzaklaştırılmasın sağlamış. Üstelik yüksek olan tarih notlarıyla oynayarak, “1” yapmış.
Bunun üzerine Okulu, Konya Kız Öğretmen Okulunda tamamlamak zorunda kalmış.
Şimdi; Caner değil de ben mi Tarih Doçenti olmalıydım yani…!?
Yıllar sonra İvriz’de düzenlenen bir pilav gününde kendisinin İvriz’den uzaklaştırılmasını sağlayan öğretmenle, yemeği aynı masada yemek nasip olmuş. 
“O’nun bir kısım ticari işlere girişip zengin olduğunu, her haliyle bu durumu yansıttığını, tam da o zamanlarda eleştirmiş olduğu kompradorlara benzediğini” söylüyor.
Yemek masasında konu açılmış. Caner O’na, “ne denli haksız olduğunu” söylemeden edememiş. Fakat O, bu durum karşısında en küçük bir hayıflanma alameti göstermemiş.!
Eh; ne diyelim.!? Bari, “Herkes kendi karakterince davranır.” diyelim.!

            ************************

             Doğrusu Caner’in okulda uğradığı muameleye ben maruz kalsaydım sanırım yol gösterenim olmaz, köyde alırdım soluğu. Ve  köyümüzde köylü olurdum olabilirsem. Bizim Eğitmen’in benim için tanımladığı dediği gibi bir köylü…!? Ve böylece de Eğitmen’imin dediği olurdu! Yani, benim o köyde ekmek bulup yiyememem meselesi hani! O yüzden benim için, ”ekmeğimi elime almak” çok önemliydi. Bu yüzden de İvriz’de geçen günlerimde, hep sivri, yani uç olmamaya çabalayıp durdum. Bu da benim kaçışımdı. Daha doğrusu, hızlı 100 metre kaçış koşularımdan biriydi…(!) Belki kaçış nedenim tam da buydu. Bende bu kaçışlar alışkanlık yaptı ve halâ sıklıkla buna baş vuruyorum…!
            Caner aklımdan hiç çıkmamış ve halinin nice olduğunu hep merak etmişimdir. Ancak ne yazık ki hayat şartları altında uzun yıllar kendisinden herhangi bir haber alamamışımdır. Ta ki Selçuk Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nde Öğretim Üyesi olarak görev yapıyor olduğunu duyana dek...
            Böyle insanlar elbet dostlar başına! Ey erdem’in temsilcisi, yılmaz insanlar, sizler sağ olun..! Bilirsiniz; yeriniz, mevkiiniz, makamınız, paranız, pulunuz hiç önemli değildir! Yeter ki, sadece var olun!          
            İşte böyle bir kişiliktir benim çocukluk arkadaşım Caner…! Bu yüzden hem O’nun bizzat kendisiyle, hem de arkadaşlık etmiş olmaklığım nedeniyle kendimle hep onur duyarım!

                                 *******************

            Ey gençler..!
Bu kitabın bir yerlerinde de bahsettim ama, işin önemine binaen konuyu burada da yineleyeceğim. Evvela ata, dede dostlarınıza ve onların soyuna, sonra da özellikle çocuklukta kazandığınız dostlarınızın dostluğu olmak üzere, eski dostlarınızın hatırı ve o türden dostlukların değerini iyi bilin; sayın ve önem verin. O dost ve dostlukların hakkını verin. Elbette yeni dostluklar kazanmak için de çabalayın. Sosyal ilişkilerinizi bu bağlamda geliştirmeyi çalışın. Mümkün olduğunca çok, ama daha kaliteli insanla temasta olmaya çabalayın. Ancak bunu yaparken bahsini ettiğim bu eski dostlukları asla terk etmeyin; onları ihmal etmeyin…! Üstelik de yeni dostlar kazanmaya oralardan başlayın. Yani suya atılan taşın çıkardığı dalgalar misali yayın dostluklarınızı…! Ayrıca bilin ki; dostluğun hatırını gütmek, onu taşımak ve hakkını vermek oldukça zahmetli bir iştir. Lakin zahmeti ölçüsünce de lezzetlidir. Andığım güçlük karşısında, bahsini ettiğim lezzetten kesinlikle kaçınmayın; ve mahrum kalmayın..!
Bu konu gerçekten çok önemlidir; unutmayın. Biliniz ki bu dediğimi yapanlar hayat boyu kazançlı çıkmışlardır. Hem de gerçek boyutlu bir kazanç..!
Buradan hareketle sizlere küçük bir hikayecik daha anlatacağım ve haddimi aşarak o hikayeciğe bağlı bazı önerilerde bulunacağım:
            Bir padişah oğluna her gittiği yerde bir saray yaptırmasını tembihlemiş ve göndermiş. Şehzade de her gittiği yere bir bina yaptırıp ayrılmış. Nihayet babasına dönmüş. Babası neticeyi sormuş. O da, “yaptırdığını” beyan etmiş. Bunun üzerine padişah oğlunun yaptırmış olduğu sarayları oğluyla birlikte görmek üzere tebdili kıyafet  yola çıkmış. Bir bir sarayları görmeye başlamışlar ancak; ne görseler beğenirsiniz?
            Şehzadenin yaptırmış olduğu sarayların hepsi birer mezbelelik. Ne duracak yer var ne de yiyecek bir şey, ne de insan…!?Bu arada bir çoban bunlara sahip çıkmış ve yanında götürmüş. Hep birlikte falanca köye vardıkları zaman herkes çobana sahip çıkıp, izzet ikram ve hürmet gösterip, yemek ve yatak vermişler. Tabi ki çobanın hatırına,padişah ve oğluna da..! Ertesi gün, diğer bir sarayın bulunduğu yere gittiklerinde de durum aynı olmuş… Neyse kimlik belirtmeden padişahla oğlu çobana teşekkür edip ayrılmışlar. Padişah oğluna dönerek;“Bak oğlum, benim senden yapmanı istediğim sarayı çoban yapmış; sen değil…! Önemli olan gönül sarayı yapmaktır. Daha doğrusu sarayı gönüllere yapmaktır. Bunu yaparsan her şey senin olur.” demiş.!
Aslında burada söylenecek fazla söz yoktur. Sadece; “Dost kazanın. Bu dünya gurbetinin en büyük serveti dost ve dostluklardır. Bir varlık dostta var ise sizde de var demektir. Dosttakini kesinlikle haset etmeyin. Tam tersine memnun olun. Her hangi bir nimetin bir dostta bulunuyor olması, bence kendimizde bulunmasından daha değerlidir. Çünkü onda varsa bizde de var delmektir. Ayrıca her şey herkeste bulunmaz; insan insana ve özellikle de dosta muhtaçtır. Bunun bilincinde olalım.” derim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder